Cumhurbaşkanlığı seçimleri ülke gündemindeydi ancak deprem felaketiyle gündem bir anda değişti. Afet çok büyük. Maalesef 11 ilimiz deprem bölgesinde ve 10 milyonu aşan nüfusumuz afetin kurbanı oldu. Resmi kaynaklara göre kurbanların sayısı onbinleri buluyor ve daha da artmasından korkuluyor. Geride kalan milyonlarca insan evsiz, çaresiz, yersiz, kargaşa içinde. Ancak birileri hala oy peşinde. Böylesine korkunç bir felaketi fırsata çevirme çabası inanılmaz. Bu aynı zamanda ilk değil. Ülkede ne zaman bu tür afetler, krizler olsa hep aynı tabloyla karşılaşıyoruz. Hazırlıksızlık, anında ve yeterli müdahale edememe ve ardından sahneyi bir gösteri sahnesine dönüştürme çabası. Molozların üzerinde “Altı deprem daha olsa yine oyum falan filan olur” diye bağıranların olduğu deprem bölgesinde bunun muhtemelen başka bir açıklaması yok. Aklın yerini irrasyonelliğin, sağduyunun yerini kör inancın, kararlılığın yerini açgözlülüğün aldığı bir yerde örgütlü ve sistemli bir kriz yönetiminden bahsetmek mümkün değildir.
Kendi sistemlerini kuramayan firmaların kaderi bu olsa gerek. Bir yanda mevcut konumunu korumak isteyenler, diğer yanda o konuma gelmek isteyenler. Halk ise iki taraf arasındaki bitmez tükenmez söz düellosunun coşkulu seyircisidir. Hizmet sağlayıcı olmadığında, beklemek de yoktur. İş ve hizmet odaklı bir anlayış oluşmasa bile konuşma ve söylem alanında performans gösterilmesi gerekir. Deprem felaketinde kameralara görüntü vermeye koşanlar bunun somut örnekleri değil mi? Bu kadar can kaybı varken, enkaz altında yaşam mücadelesi verenler için, moloz propagandasıyla mücadele edenler için söylenecek pek bir şey yok. Çünkü sözün bittiği yer orası. Sağ! Söz çok, çözüm yok.
Ancak somut ticari ve üretim pratiklerine dayanmayan tartışmanın sabun köpüğü etkisinin ötesine geçemeyeceğini belirtmek gerekiyor. Dahası, insanların yaşamlarıyla herhangi bir somut teması olmayan salt teatral bir konuşmanın, ne kadar ustaca kurgulanmış olursa olsun, uzun vadeli bir etkisi yoktur. Üstelik çalışma, hizmet ve üretme temelinden yoksun bir söylemin inşasında ne gerçek bir ustalık ne de estetik mümkün olamaz. Sadece yapacak bir şeyin varsa söyleyecek bir şeyin olabilir.
TİYATRO GİBİ
İktidarın veya muhalefetin, insanların yaşam koşullarını iyileştirmek için somut planları yoksa, tek kaynakları din, etnik köken, ırk ve din gibi soyut unsurlar üzerine kurulu söylemlere insanları dahil ederek etkilemektir. dil. Etki gücünü artırmak için bu unsurları duygu odaklı bir konuşmaya dönüştürmek gerekir. İnsanlara onların duygusal dünyalarını hedef alarak ulaşmak için bu unsurlara dayalı siyasi söylem mümkün olduğunca ayrımcı olmaya çalışılır. Bu, bir sahne performansında seyircinin dikkatini çekmek için dramatik unsurların etkili kullanımına benzer. Özellikle çatışma, nefret, küskünlük, şiddet gibi duyguları hedef alan nesnelerin kullanımı. Duygular dünyası üzerinden algıyı yönetme çabalarına ne yazık ki deprem felaketinde sıkça rastlanmaktadır.
MEDYA DA SORUMLU
Sadece siyasetçileri değil, onların performanslarını destekleyici aktörler olarak destekleyen medyayı da unutmamak gerekiyor. Enkaz altında can veren insanların görüntülerini yakalamaya çalışan medya mensupları, depremzedelerin çadırlarını betimleyici lüks yaşam ortamları ile sunmaya çalışan gazeteciler, deprem felaketinde destekledikleri siyasi aktörlere mesaj vermeye çalışan gazeteciler de çabalıyor. krizi fırsata çevirmek.
Özetle, bir toplumda üretim, emek ve hizmet yerini söze ve gösterişe bırakmışsa, orada başka bir anlayış yerleşmeye başlamıştır. Demek üretim ve hizmet temelinden yoksun, gösteriş ve söze dayalı bu anlayışın temelinde ahlaksızlık ve fırsatçılık var. Bu nedenle kriz zamanlarında asıl çaba krizi yönetmek değil, algıyı yönetmektir.
Yoruma kapalı.